SÜLEYMAN ALEYHİSSELAMIN SOYU
Dâvûd b.İsa Aleyhisselâmın oğlu olan Süleyman Aleyhiselâmın da, soyu, Yehûza b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâmlara dayanır.


SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂMIN ŞEKİL VE ŞEMAİLİ
Süleyman Aleyhisselâm; uzun boylu,
Beyaz tenli,
İri vücudlu,
Nurlu ve güzel yüzlü,
Büyük gözlü,
Çok saçlı idi.
Beyaz elbise giyerdi.



SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂMIN KRAL VE PEYGAMBER OLUŞU VE BAZI FAZİLETLERİ
Süleyman Aleyhisselâma; Babası Dâvûd Aleyhisselâmın vefatından sonra, kral¬lıkla birlikte, Peygamberlik de, verildi.
Başka bir deyişle
Babasının Peygamberliğine, krallığına, Hikmetine ve İlmine vâris oldu.
Süleyman Aleyhisselâm; krallıkta ve Kadılıkta, Babasından üstündü. Babası ise, Allâha ibâdette, oğlundan daha ileride idi.
Gerek Dâvûd ve gerek Süleyman Aleyhisselâmların krallıkları, Keyhusrev b.Syavş'ün asrında idi.
Süleyman Aleyhisselâm, daha on bir yaşında bir çocuk olduğu halde, akıl ve ilmin çokluğundan dolayı, Babası, bir çok işlerinde onunla istişarede bulunurdu.
Bir gece, bir davar sahibi, davarını, üzüm bağı (ekin) yanında yayarken, davar, sahibinin haberi olmadan, girdiği üzüm bağındaki üzüm salkımlarını yemiş, harab etmişti.
Ertesi günü, sabahleyin, bağ (ekin) sahibi ile davar sahibi, Dâvûd Aleyhisselâmın huzuruna çıktılar.
Bağ (ekin) sahibi
"Bu kişi, davarını, geceleyin boşlayıp bağımın (ekinimin) içine düşürdü. Ba¬ğımdan (ekinimden) hiç bir şey bırakmayıp hepsini yok etti!" dedi.
Dâvûd Aleyhisselâm da, davarların, bağ (ekin) sahibine verilmesine hükmetti,
"Git! Davarlar, senindir!" dedi, davarları, bağ (ekin) sahibine verdi.
Bunlar; Dâvûd Aleyhisselâmın, o zaman, on bir yaşında bulunan oğlu Süley¬man Aleyhisselâma rastladılar.
Süleyman Aleyhisselâm, onlara:
"Aranızda, nasıl hüküm verdi?" diye sordu.
Dâvûd Aleyhisselâmın verdiği hükmü, ona, haber verdiler.
Süleyman Aleyhisselâm :
"Taraflar hakkında, bundan başkası, daha mülayim ve uygundu.
İşinizi, ben, üzerime alsaydım, bundan başka türlü hüküm verirdim!" dedi.
Onun, bu sözünü, Dâvûd Aleyhisselâma haber verdiler.
Dâvûd Aleyhisselâm, Süleyman Aleyhisselâmı çağırıp ona :
"Sen, onlar arasında, bundan başka, nasıl hüküm verirdin?
Peygamberlik ve Babalık hakkı için, daha mülayim ve uygun olanı, bana ha¬ber ver!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm
"Ey Allah'ın Peygamberi! Bu hususta, bundan başka, hüküm verilebilir." dedi.
Dâvûd Aleyhisselâm:
"Ne gibi?" diye sordu.
Süleyman Aleyhisselâm
"Davarları; kuzularından, yünlerinden -vesâir menfeatlarından- yararlanması için, bağ (ekin) sahibine teslim edersin!
Davar sahibi de, bağın (ekinin) eski mâmur haline gelinceye ve sahibine tes¬lim edilinceye kadar, İslah ve imarına çalışır, sonra, davarları, sahibine iade eder!" dedi.
Dâvûd Aleyhisselâm
"Hüküm, senin verdiğin hükümdür!" dedi, ve buna göre, hüküm verdi.
(Dâvûd Aleyhisselâmın devrinde) iki kadın, yanlarında kendilerinin iki oğlan çocukları bulunduğu halde, yolda giderlerken, kurt gelerek onlardan, birinin (büyük kadının) çocuğunu, hemen kapıp gider.
Bunun üzerine, (çocuğunu, kurt kapan büyük) kadın, eşi (küçük) kadına :
"Kurt, senin, çocuğunu, götürdü!" der.
Öbür kadın:
"Hayır! Kurt, senin çocuğunu, götürdü!" der.
Nihayet, bu iki kadın, muhakemelerini, Dâvûd Aleyhisselâma arz ederler.
O da, (kurtun kaptığı çocuğun, küçük kadına), sağ kalan çocuğun da, büyük kadına aid olduğuna hükmeder.
Bunlar, muhakemeden çıkıp Dâvûd Aleyhisselâmın oğlu Süleyman Aleyhisse¬lâma giderler, Dâvûd Aleyhisselâmın verdiği hükmü haber verirler.
Süleyman Aleyhisselâm :
"Haydi, bana, bir bıçak getiriniz de, çocuğu, bunların arasında ikiye ayırayım!" deyince, küçük kadın:
"Aman, öyle yapma! Allah, sana rahmet etsin! Bu çocuk, o kadınındır!" der.
Bunun üzerine, Süleyman Aleyhisselâm, çocuğun, küçük kadına âid olduğu¬na hükmeder.
Yüce Allah; Dâvûd Aleyhisselâma :
"Ey Dâvûd! Allah'ın, senden sonra, işe, Süleymanı memur kıldığını, kendisine beyan et!" diye Vahy edince, Dâvûd Aleyhisselâm:
"İlâhî! Bana lütufkâr olduğun gibi, Süleymana da, lutufkâr ol!" diye niyazda bulundu.
Yüce Allah; Dâvûd Aleyhisselâma :
"Süleymana de ki: o, bana, senin kul olduğu gibi, kul olsun da, ben de, ona, sana lutufkâr olduğum gibi, lutufkâr olayım!" diye vahy etti.
Dâvûd Aleyhisselâm, vefat ettiği zaman, Yüce Allah, Süleyman Aleyhisselâma:
"Hacetini, benden dile!" diye Vahy buyurdu. Süleyman Aleyhisselâm:
"Benim kalbimi de, Babamın kalbi gibi, Sana karşı haşyet ve muhabbet taşır kılmanı dilerim!" diyerek niyazda bulundu.
Yüce Allah; onun kalbini, dilediği gibi, Allâha karşı haşyet ve muhabbet taşır kıldı.
Süleyman Aleyhisselâm; kral oluşundan, vefatına kadar, Yüce Allah'a karşı huşûundan dolayı, başını semâya kaldırmamıştır. Son derece mütevazı (alçak gönüllü) idi. Miskîn (son derece fakir) lerin yanlarına varır, onlarla oturur: "Miskîn, miskînle oturur." derdi.
Hurma yaprağından Zenbil örüp satar, elinin emeği ile geçinir, arpa ek¬meği yerdi.
Her ayın başında altı gün, ortasında üç gün, sonunda da, üç gün oruç tutardı.
Süleyman Aleyhisselâm :
"Biz; yaşamanın, yumuşak olanını da, sert olanını da, denedik.
Onlardan, aşağı olanını, yeterli bulduk.
İnsanlara verilmeyen şeyler, bize verildi. İnsanlara verilmeyen ilimler, bize verildi. Fakat, şu üç kelimeden: Öfke ve sükûnet halinde, Hilm (usluluk)den, Yoksulluk ve bolluk hâlinde, tutumluluktan,
Gizlide ve açıkta, Allah korkusundan daha üstün bir şey bulamadık!" demiştir. Süleyman Aleyhisselâmın, oğluna da:
"Ey oğulcuğum! Miskinlikle birlikte günah işlemek, ne kadar kötüdür! Hidâyetten sonra, dalâlete düşmek, ne kadar kötüdür! Kişinin, Rabb'ine ibadet edip dururken, ibâdeti bırakması ise, bundan daha kö¬tüdür!" dediği de, rivayet edilir.

SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂMIN KUDÜS'Ü VE MESCİD-İ AKSÂYI YAPTIRIŞI
Mescid-i Aksa; Peygamberimiz Aleyhisselâmın, Mîrac gecesinde uğramış olduğu (İsra:1), İlya= Beytülmakdis Mescidi’dir.
Eshab-ı kiramdan Ebû Hüreyre, Mescid-i Aksâ'ya, İlya Mescidi veya Beytülmakdis Mescid'i.
Eshâb-ı kiramdan Ebû Saîd'ülhudrî de: Beytülmakdis Mescidi der.
Dâvûd Aleyhisselâm, vefat edeceği sırada, Beytülmakdis Mescidini tamamlamasını, Süleyman Aleyhisselâma vasiyyet etmişti.
Süleyman Aleyhisselâm; Kudüs şehrinin çevresine, enli, uzun, beyaz taşlarla hisar yaptırdıktan sonra, Hükümdarlığının dördüncü yılında Beytülmakdis'in yapısına başladı ki, bu, Yüce Allâhın; çevresini mübarek kıldığını bildirdiği Mescid-i Aksa idi.
Eshab-ı kiramdan Ebû Zerr'ülgıfârî der ki:
(Yâ Resûlallâh! Yer yüzünde ilk kurulan Mescid, hangisidir?) diye sordum.
Resûlullah Aleyhisselâm:
(Mescid-i Haram'dır!) buyurdu.
(Sonra, hangisidir) diye sordum.
(Mescid-i Aksâ'dır!) buyurdu.
(Bunların arasında ne kadar zaman vardır?) diye sordum.
(Kırk yıldır?
Nerede namaz vakti gelirse, namazını, orada kıl! Orası da, bir mesciddir!) buyurdu."
Bu Hadîs-i şerifin şerhinde, yetkili ilim adamları; ne İbrahim Aleyhisselâmın, Kabe'nin, ne de, Süleyman Aleyhisselâmın, Mescid-i Aksa'nın ilk yapıcısı olma¬dığı, ancak, nice asırlardan sonra, bunların, yenileyicileri oldukları, Hadîs-i şerifde geçen kırk yıllık zamandan maksadın da, İbrahim Aleyhisselâm ile Mescid-i Aksa'nın yenileyicileri arasında bulunan Yâkub Aleyhisselâm arasında geçen za¬man olduğu açıklanmıştır.
Filvaki; Kabe, ilk defa Melekler tarafından yapıldığı, sonra, Âdem Aleyhisse¬lâm, sonra, Âdem Aleyhisselâmın oğulları... en sonra da, İbrahim Aleyhisselâm tarafından yenilendiği gibi, Mescid-i Aksa'da, ilk defa Âdem Aleyhisselâm veya Melekler tarafından yapılmış, sonra, Sam b.Nuh Aleyhisselâm, sonra, Yâkub, son¬ra, Dâvûd ve Süleyman Aleyhisselâmlar tarafından yenilenmiştir. (ibn.Hacer-Fethuibârî c.6,3.290-291)
* * *
Süleyman Aleyhisselâm; Mescid-i Aksa için, yerdeki mâdenlerden altun, gü¬müş ve yakut; denizden de, türlü inciler çıkarttırdı.
Sonra, ustalar hazırlattı.
Kestirdiği türlü taşları, ustalara yontturdu. (Sâebî-Arais s.308)
Çam ve servi ağaçları getirtti.
Ağaçlardan, biçilen tahtaları, sıra sıra dizdirdi.
Toplanan cevherleri, düzelttirdi ve süsletti.
Mescid'in duvarlarını, beyaz, sarı ve yeşil taşlarla ördürdü,
Direğini, hâlis, billur taştan yaptırdı.
Tavanını, duvarlarını, inciler, yakutlarla, türlü kıymetli cevherlerle süsletti.
Mescid'in tabanına Fîrûzec (Safirus) denilen kıymetli taşlar döşetti.
O zaman, yer yüzünde, bu mâbedden daha süslüsü, daha güzeli ve parlağı yoktu.
Bu Mescid; gecenin karanlığını, dolunay gibi aydınlatırdı.
İnsanlar, onun bir benzerini görmemişlerdi.
Musa Aleyhisselâmdan kalan Tâbût'ussekîne'yi de bu Beyt'ülmakdis'e koydurdu.
Mescid'in köşelerinden bir köşesine de, Abanus bir Asa dikilmişti.
Bu Asa'ya, Peygamberlerin soyundan gelen çocuklardan birisi, dokunsa, ona, hiç bir zarar vermezdi.
Fakat, onlardan başkası, dokunsa, eli, yanardı.
Süleyman Aleyhisselâm, Mescid'in yapı işinden boşaldığı zaman, Sahra'nın üzerine bir kurban götürüp kesti ve:
"Ey Allâhım! Bana, bu mülk'ü saltanatı, Sen, bağışladın!
Üzerimdeki ihsan, Sendendir!
Sen, beni, yer yüzüne Halîfen yaptın!
Hamd, sana mahsustur.
Ey Allâhım! Bu Mescid'e giren kimse hakkında, benim, Senden dileğim şudur:
Buraya girip içinde halisane iki rekât namaz kılan kimse, anasından doğduğu gündeki gibi günahından çıkıp arınsın!
Buraya giren günahkâr, günahına tevbe etsin. Korkuya kapılanı, emniyete, güvenliğe kavuştur! Hasta olana, şifâ ver! Kıtlığa uğrayana, bolluk ve zenginlik ihsan et!
Duamı kabul buyurup dileklerimi ihsan ettiğin zaman, Kurban'ımın kabulünü, onun alâmeti kıl!" diyerek dua etti.
Bunun üzerine, gökten bir ateş indi. Şarkla garp arasını kapladı. Sonra, boy¬nunu uzatıp kurbanı yüklenerek göğe yükseltti.
Süleyman Aleyhisselâm, bundan sonra, İsrail oğullarının bilginlerini, Mescidde topladı. Onlara, Mescid'in Allah için yapıldığını bildirdi. O günü de, Bayram edindi. (Yâkubî-Tarih c.1,s.56, Sâlebî-Arais s.310)
Yeryüzünde, o günki Bayramdan daha büyük ve yemesi, içmesi, o günkün¬den daha bol bir Bayram edinilmemişti. Binlerce deve, sığır ve davar boğazlanmış buna, on dört gün devam edilmişti. (Yâkubî-Tarih c.ı,s.58)
Süleyman Aleyhisselâm; Beytülmakdis'in, Mescid-i Aksa'nın yapımını tamamladıktan sonra, kendisi için de, bir Beyt (Mâbed) yapmıştı ki, bu da, Kamame kilisesi diye anılagelen ve Hıristiyanlarca Kuduste Ulu Kilise sayılan kilisedir. (Mes'ûdî-Murucuzzeheb c. 1,5.57-58)

MESCİD-İ AKSA VE SAHRA'NIN BAŞLARINA GELENLER
Kudüs'ün, Buhtunnassar tarafından zabt ve tahribi sırasında Mescid-i Aksa da, yıkılmış, bir müddet sonra, Fars krallarından Behmen'in müsaadesiyle yeniden yapılan Beytülmakdis'i, Hirodos oğulları, Süleyman Aleyhisselâmın yaptığı şekil¬de ikmal etmişlerdi.
Fakat, Rum krallarından Titoş, onu, tekrar yıktırmış, yerine, ekin ektirmişti.
Rumların, Hıristiyanlığı kabullerinden sonra, Konstantin'in Annesi, Haç'ın gömüldüğü çöplükten Haçı çıkarttırarak, yerine, Kamame Kilisesi diye anılan Kili¬seyi yaptırmış (ibn.Haidun-Tarih c.ı,s.296-297), Yahudilerin Kıblesi olan Sahra'yı da, onların yaptıklarına ceza olmak üzere, süprüntülük yaptırmak suretiyle akılların¬ca ÖC almak İstemiş (Ebülfida-Elbidaye vennihayec.7,s.56, ibn.Haldun-Tarih c. 1,5.297), Sah¬ra, Hz.Ömer'in, Kudüs'ü fethine kadar, böylece, süprüntülük ve çöplük olarak kalmıştı. (ibn.Haldun-Tarih c.1,3.297)
Hz.Ömer, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmın İsrâ gecesinde Beytülmakdis'e girmiş olduğu yerden girip Davud Aleyhisselâmın Mihrabında iki rekât Tahiyyetül Mescid kıldı.
Ertesi günü, orada sabah namazını da, Müslümanlara kıldırdı.
Birinci rekâtta Sad sûresini okuyup secde etti, Müslümanlar da, kendisiyle bir¬likte secde ettiler.
İkinci rekâtta İsrâ (Benî İsrail) sûresini okudu.
Sonra, Sahra'ya vardı. Kâ'bul'ahbar'dan, onun yerini göstermesini istedi.
Kâ'b'ulahbar, arka tarafı işaret edince, Hz.Ömer: "Sen, Yahûdiye benzedin! Yahudiliğe özendin!" dedi.
Sonra, Sahra'dan, toprakları, Ridasının ve kaftanının etekleriyle taşımağa baş¬ladı. Müslümanlar da, kendisiyle birlikte böyle yaptılar. (Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.7,s.55-56)
Sahra'nın üzeri, toprak ve süprüntülerden temizlenince, üzerine, Kır Mescidi tarzında bir Mescid yapıldı.
Emevî Halifelerinden Velid b.Abdulmelik; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Dımaşk Mescidi hakkında yaptığı gibi, duvarlarını yükseltmek ve sağlamlaştırmak suretiyle, onun da, imarına himmet edip adını hayırla andırdı.
Hicrî beşinci yüz yılda Müslümanların, Mısır, Şam ve Hicaz ülkelerindeki hâkimiyetlerinin zayıflamasından yararlanan Haçlılar, Şam taraflarıyla Kudüs'ü elle¬rine geçirince, Sahra Mescidini yıkıp yerine, büyük bir kilise yapmışlar (ibn.Haldun-Tarih c. 1,5.297), kubbesinin başına da, altundan, kocaman bir Haç takmışlardı (İbn.Esîr-Kâmil c.1,3.551)
Kudüs, böylece, doksan iki yıl, Hıristiyanların elinde kaldı.
Hicrî beşinci asrın sonlarına doğru, İslam Mücahidlerinden Salahaddin-i Eyyûbî, Haçlılarla savaşa savaşa, Şam taraflarıyla Kudüs'ü, onların ellerinden kurtar¬dı. (İbn.Haldun-Tarih c.1,5.297)
Müslümanlar, Sahra kubbesinin üzerine çıkıp büyük altun Haçı sökerek yere düşürdükleri zaman, Hıristiyanların üzüntülerinden kopardıkları çığlıklarla, Müs¬lümanların sevinçlerinden getirdikleri Tekbirlerle yerler sarsıldı (ibn.Esîr-Kâmil C.1,3.551)
Mescid-i Aksa, içindeki Haçlardan, Çanlardan, Ruhbanlardan, dolaşan domuzlardan, içindeki, dışındaki bütün pisliklerden temizlendi. İslâm devrinde olduğu hale getirildi.
Mü'min ve Müslümanlar Mescid-i Aksâ'nın içine girdiler. Ezanlar, okundu. Kur'ân-ı Kerim tilâvet olundu. Yerlere sergiler serildi. Direklere kandiller asıldı. (Ebüifida-Eibidaye vennihaye c. 12,3.324-325) Halebde yapılmış olan Kıymetli Minber de, getirilip yerleştirildi.
O güne kadar ziyaretçilere örtülü, kapalı bulundurulan Sahra da, önce, temiz su ile, sonra da, gül suyu ve miskle yıkanarak ziyaretçilerin gözleri önüne serildi. (Ebüifida-Eibidaye vennihaye c.12,s.324)
Salahaddin-i Eyyûbî, Hıristiyanların, Sahra üzerinde yaptıkları ve övündükleri büyük kiliseyi de, yıktırıp yerine, bugün mevcud olan Sahra Mescidini yaptırdı. (İbn.Haldun-Tarih c.1,5.297)
İkinci cuma namazını da, Müslümanlarla birlikte orada kıldı.
Mescid-i Aksâ'nın imarı için hiç bir fedakârlıktan geri durmadı. (ibn.Esîr-Kâmil c.1,5.552)
Allah, ondan razı olsun!



SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂMIN SALTANAT VE FÜTUHATI
Süleyman Aleyhisselâm; kendisinden başka hiç kimseye lâyık olmayan bir mülk ve saltanat vermesini, Rabb'ından dilemişti.
Yüce Allah, duasını kabul edip onu da, kendisine verdi. İnsanları, cinleri, kuşları ve rüzgârı, ona, uysal kıldı.
Meclisine gitmek üzre, evinden çıktığı zaman, kuşlar, onun başının üzerinden ayrılmazlar. Meclisine vardığı zaman da, insanlar ve cinler, kendisine kıyam eder, Serir'ine oturuncaya kadar, ayakta dururlardı.
Çok savaşçı idi. Savaşmaktan, oturmağa vakit bulamazdı.
Yer yüzünün ne tarafında bir kral bulunduğunu, işitse, hemen gidip onu, yener ve kendisine, boyun eğdirirdi.
Savaşa çıkmak istediği zaman, askerlerine emreder, tahtadan bir ulaştırma Döşeği (Uçağı) yapılır, o tahta Döşeğin üzerine de, kendisinin tahta Serîr'i, yer¬leştirilirdi.
Savaş erleri, savaş araçlarını ve savaş hayvanlarını da, bindirdikten sonra, şiddetle esici rüzgâra emreder, rüzgâr da, bu tahta uçağın altına girip onu, yerden kaldırınca, Süleyman Aleyhisselâm, nereye gitmek isterse, kendilerini, oraya götürmesini, yumuşak ve mülayim esen yel'e, emrederdi.
O da, tahta uçağı götürürken, o kadar yumuşak eserdi ki, üzerinden geçip git¬tiği tarlanın ekinlerini bile kımıldatmazdı.
Sebe' sûresinin on ikinci âyetinde açıklandığı gibi, rüzgârın sabahı ve akşamı, birer aylık yoldu *.
İbn.İshak (85-151 Hicrî), der ki :
"Bana, Dicle taraflarından bir konak yerinde konaklayan bir zat, orada, Süley¬man Aleyhisselâmın Eshabından, ya bir cin, ya da, bir insan tarafından yazılmış bir yazı bulduğunu ve o yazıda :
"Biz, buraya konduk. Hiç bir şey bina etmedik. Amma, burayı, bina edilmiş bulduk.
Sabahleyin, Istahr'dan hareket etmiştik.
Biz, buradan da, inşâallah, akşamleyin kalkıp Şam'da geceleyeceğiz! demiş¬tik." diye yazılı olduğunu, anlattı."
Süleyman Aleyhisselâm, Şam'dan Irak'a kadar olan yerleri fethetti.
Horasan'ı da, bu yerlere kattı.
Belh şehrine indi. Orası, bundan önce kurulmuştu.
Oradan dönüp Irak'a indi.
Keyhüsrev, Süleyman Aleyhisselâmın, Irak toprağına indiğini işitince korktu. Üzüntüsünden, zayıfladı. Çok geçmeden de, öldü.
Süleyman Aleyhisselâm, Iraktan, Merv'e ilerledi.
Sonra, Belh'a vardı.
Belh'dan, Türk beldelerine, ansızın baskın yaptı.
Oradan, Çin beldelerine geçti.
Sonra, doğudan, sağlayarak deniz sahili yoluyla Kındıhar'a geldi.
Oradan Keşker'e ilerledi.
Sonra, Şam'a döndü, ve Tedmür'e kavuştu. Orası, kendisinin vatan edindiği yer'di.
Rüzgâr; Allah'ın emriyle, Süleyman Aleyhisselâmın, istediği yere gidiş ve geli¬şini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda, herkesin konuştukları şeyleri de, ona, iletir, haber verirdi.
Süleyman Aleyhisselâm, bir gün, rüzgâra binerek bir ekincinin üzerinden ge¬çip giderken, ekinci başını kaldırdı. Ona, baktı, ve:
"Dâvûd Hanedanına büyük bir mülk ve saltanat verilmiştir!" dedi.
Rüzgâr, onun, bu sözünü, Süleyman Aleyhisselâmın kulağına eriştirince, Süleyman Aleyhisselâm, yere indi ve ekincinin yanına vardı. Ona:
"Ben, senin söylediğin sözü işittim ve senin yanına, ancak, güç yetiremeyeceğin şeyi temenni etme! demek için indim.
Allah'ın, senden kabul edeceği bir tek tesbih, Dâvûd Hanedanına verilen şeylerden daha hayırlıdır!" dedi.
Bunun üzerine, ekinci, Süleyman Aleyhisselâma :
"Sen, benim üzüntümü giderdiğin gibi, Allah da, senin üzüntünü, gidersin!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm; ordusu ile, Karınca vadisine geldikleri zaman, bir karınca:
"Ey karıncalar! Yuvalarınıza, giriniz!
Sakın, Süleyman ve ordusu, sizi -bilmeyerek- kırmasın!" demişti.
Süleyman Aleyhisselâm, onun bu sözünden, gülercesine gülümsedi de,
"Ey Rabb'im! Bana ve ana ve babama lütfettiğin nimetine şükretmemi ve (geri kalan ömrüm içinde) Senin razı olacağın iyi (işler) yapmamı, bana ilham et!
Rahmetinle beni de, (Cennette) Salih kullarının arasına idhal et!" (Neml: 18-19) dedi.
Rivayete göre: Süleyman Aleyhisselâm, karıncanın söylediğini, işittince, üze¬rine, indi ve:
"Onu, bana getiriniz!" dedi.
Getirdiler.
Süleyman Aleyhisselâm, ona:
"Sen, ne için karıncaları, sakındırdın?
Benim, zâlim olduğumu mu işittiniz?
Yoksa, benim, adaletli bir Peygamber olduğumu mu bilemediniz?
Ne için onlara:
"Sizi, Süleyman ve ordusu kırmasın! dedin?" diye sordu.
Karınca:
"Ey Allah'ın Peygamberi! Sen, benim sözümdeki (Onlar, bilmeden) kaydını işitmedin mi?
Bununla beraber, benim, can kırma sözümden maksadım, ancak, kalblerin kırılması idi.
Senin bir şey vermeni temenni edip fitneye düşmekten, sana bakmakla meş¬gul olup Allah'ı Teşbih etmekten geri kalmaktan korktum!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Bana, öğüt ver!" dedi.
Karınca :
"Babana, Dâvûd isminin ne için konulduğunu, biliyor musun?" diye sordu.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Hayır! Bilmiyorum!" dedi.
Karınca:
"O, kalb yarasını, tedavi etsin diye verildi!" dedi.
"Sana, Süleyman isminin ne için konulduğunu, biliyor musun?" diye sordu.
Karınca:
"Göğsüne selâmet verilinceye kadar dayanasın ve Baban Davud'a erişmeye müstehak olasın diye verilmiştir!" dedi.
Sonra da:
"Yüce Allah'ın, sana, rüzgârı, ne için uysal kıldığını, biliyor musun?" diye sordu.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Hayır! Bilmiyorum!" dedi.
Karınca :
"Dünyanın tümünün, esen, gelip geçen bir Yel'den ibaret bulunduğunu sana haber vermek için!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm, karıncanın sözlerine hayrette kalarak gülercesine gülümsedi ve Neml sûresinin on dokuzuncu âyetinde açıklanan duasını tekrarladı. (Sâlebî-Arais s.297)
Süleyman Aleyhisselâm, halkı, yağmur duasına çıkarmıştı.
Orada bir karınca kafasının üzerine yatıp ayaklarını, semaya kaldırmış ve :
"Ey Allâhım! Ben, Senin yaratıklarından bir yaratık'ım.
Sen, bizi, yağmurunla sulasan da, Sen, bizi, kuraklıktan helak etsen de, biz, Senin rızkından müstağnî değiliz!" diyordu. Bunun üzerine, Süleyman Aleyhisselâm; halka:
"Geri dönünüz! Siz, sizden başkasının düasıyla yağmura kavuşturuldunuz!" dedi.
Ölüm Meleği, bir gün, Süleyman Aleyhisselâmın yanına girip yanında oturanlardan, bir adama, uzun uzun bakmış durmuştu.
Ölüm Meleği çıkıp gittiği zaman, adam, Süleyman Aleyhisselâma :
"Kim bu?" diye sordu.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Ölüm Meleğidir!" dedi.
Adam:
"Onun, bana, bakışı, sanki, beni öldürmek istiyor gibiydi!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm ona :
"Peki, şimdi, benim, sana ne yapmamı istiyorsun?" diye sordu.
Adam:
"Beni, rüzgâra bindirmeni ve Hindistana bıraktırmanı, istiyorum!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm, rüzgârı çağırdı. Adamı, onun üzerine bindirip Hindis¬tana bıraktırdı.
Bundan sonra, Ölüm Meleği, Süleyman Aleyhisselâmın yanına geldi. Süleyman Aleyhisselâm, ona :
"Sen, yanımda oturanlardan, bir adama, niçin uzun uzun bakmıştın?" diye sor¬du. Ölüm Meleği :
"Ben, onun ruhunu, Hindistan'da almakla emrolunduğum halde, kendisinin, senin yanında bulunuşuna hayret etmiştim." dedi.

SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂMIN HACC'A GİDİŞİ,
SEBE KRALİÇESİNİ MÜSLÜMAN VE MAĞRİB BELDELERİNİ FETHEDİŞİ
Süleyman Aleyhisselâm; İlya = Kudüs Mescid'inin yapımından boşaldıktan son¬ra, Tihâme yolunu tuttu.
Allah'ın Beyt-i Haramını, Tavaf etti ve ona, örtü örttürdü. Onun yanında kurban kestirdi.
Orada, yedi gün oturduktan sonra, San'â'ya ilerledi. Sebe' kraliçesinin Müslü¬man olmasını sağladı.
Şam'a, döndü.
Mağrib beldelerine, Endelüs, Tanca, Franca, Ifrikıye ve Ken'an b.Ham, b.Nuh Aleyhisselâm oğullarının beldelerinden olan taraflarına hâkim olan Zorba kralı ye¬nip kendisini, bir olan Allah'a imana ve putları bırakmağa davet etti. Küfründe, direnince, öldürdü.
* * *


KUR'ÂN-I KERİM'İN SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂM HAKKINDAKİ AÇIKLAMASI
"Süleyman'a da, rüzgârı, (Musakhar kıldık)ki, sabahı bir ay(lık yol), akşamı, bir ay(lık yol)du.
Erimiş bakır mâdenini, ona, sel gibi akıttık.
Onun önünde -Rabbinin izniyle- iş gören bazı cinler de, vardı.
İçlerinden, kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa, ona, çılgın azabdan tattırırdık.
O, kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit sabit ka¬zanlardan, ne dilerse, kendisine yaparlardı.
Ey Dâvûd Hanedanı! Siz, (Allah'a) şükür için çalıştınız!
Kullarımdan (hakkıyle) şükreden, azdır. "(Sebe': 12-13)

"Andolsun ki: biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim vermişizdir.
(Bundan dolayı) onlar:
"Bizi, Mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah 'a hamd olsun!'' dediler.
Süleyman, Davud'a, mirasçı oldu.
(Süleyman):
"Ey insanlar! Bize, kuşların dili öğretildi.
Bize, her şeyden verildi.
Şüphesiz ki: bu, apaçık bir üstünlüğün ta kendisidir!" dedi.
Süleyman'ın, cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı.
İşte, bütün bunlar, (onun tarafından) zabt ve idare ediliyorlardı.
Hattâ, Karınca vadisi üzerine geldikleri zaman (dişi) bir karınca:
"Ey Karıncalar! Yuvalarınıza giriniz!
Sakın, Süleyman ve ordusu -kendileri, bilmeyerek- sizi kırmasın!" dedi.
(Süleyman) onun bu sözünden gülercesine gülümsedi de:
"Ey Rabb'im Bana ve Ana ve Babama lütfettiğin nimetine şükr etmemi ve (geri¬de kalan ömrüm içinde) Senin razı olacağın iyi (işler) yapmamı, bana, ilham et!
Rahmetinle beni de (Cennette) sâlih kulların arasına idhal et!" dedi.

" (Süleyman) kuşları araştırıp:
"Hüdhüd'ü, neye görmüyorum?
Yoksa, gaiblerden mi (oldu)?
Onu, her halde çetin bir azaba uğratacağım!
Yâhud, onu, mutlaka, kestireceğim, ya da, bana, açık ve kat'î bir Burhan geti¬rir!" dedi.
Derken, (Hüdhüd) çok geçmeden geldi :
"Ben, senin muttali' olmadığın bir (hakîkat)a vâkıf oldum: Sebe'den, Sana, çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim.
Hakîkat, orada, bir kadını, onlara hükümdarlık eder buldum.
Kendisine, her şey verilmiştir.
Onun, bir de, çok büyük bir Taht'ı var.
(Gerek) onu, (gerek) kavmini, Allah'ı bırakıp güneşe secde ediyorlarken buldum (gördüm).
Şeytan, onların yaptıklarını, süslemiş te, kendilerini yoldan alıkoymuş (saptırmış) Onun için, onlar doğru yola giremiyorlar.
(Bunu) göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkaran, (kalblerinde)ne gizli¬yorlar, ne açıklayorlarsa, (hepsini) bilen Allâha secde etmesinler diye (yapıyorlar)
Allah, O'dur ki, O, büyük Arş'm Sahibi olan ve O, kendisinden başka hiç bir İlâh bulunmayandır." dedi.
(Süleyman):
"Bakalım doğru mu söyledin, yoksa, yalancılardan mı oldun?
Su mektubumu götür, onu, kendilerine bırak!
Sonra, onlardan biraz çekil de, bak, neye dönecekler (Ne cevap verecekler?) dedi.
(Sebe' kıraliçesi) :
"Ey İleri gelenler! Hakikat, bana, çok şerefli bir mektup bırakıldı ki, o, Süleymandandır ve o, hakîkatan, Rahman ve Rahîm olan Allâhın adiyle.
Bana karşı, baş kaldırmayınız!
Müslümanlar olarak bana geliniz!" diye (yazılmıştır)
Ey ileri gelenler! Bana, (bu) işim hakkında bir rey veriniz!
Siz, huzurumda bulununcaya kadar, ben, hiç bir işte kat'î (bir hüküm sahibi) olamadım. " dedi.
"Biz, güç, kuvvet sahihleri, çetin savaş erbabıyız. Emir, sana âiddir.
Bak, sen, ne emredeceksin." dediler. (Kraliçe):
Şüphesiz ki: hükümdarlar, bir memlekete girdikleri zaman, orasını, perişan ederler.
Halkından, şerefli olanları, hor ve hakîr kılarlar. Bunlar da, böyle yapacaklardır.
Ben, onlara, bir hediye göndereyim, de, Elçiler, ne (cevap) ile dönecek baka¬yım?" dedi.
Bunun üzerine, vaktâ ki, (o gönderilen heyet) Süleymana geldi.
(Süleyman):
"Siz, bana, mal ile yardım mı ediyorsunuz!?
İşte, Allah'ın, bana verdiği (nimetler ki, onlar) size verdiğinden daha çok hayırlıdır.
Belki, siz, hediyenizle böbürlenirsiniz.
(Ey elçi heyet başkanı!) dön onlara!
And olsun ki önüne geçemeyecekleri ordularla onlara gelir, onları, hor ve hakîr oldukları halde, oradan çıkarırım!" dedi.
(Süleyman, kendi maiyetindekilere de) ey ileri gelenler! Onun (Belkısin) Tahtını, kendilerinin, bana, Müslüman olarak gelmelerinden önce, hanginiz bana, getirir?" dedi.
Cinden bir İfrit:
"Sen, Makamından kalkmadan, ben, onu, sana getiririm!
Ben, buna karşı, her halde, güvenilecek bir güce mâlikim!" dedi.
Nezdinde Kitabdan bir ilim bulunan (Âsaf b.Berhıya):
"Ben, gözün, sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) önce, onu, sana getiririm!" dedi.
Vaktâ ki (Süleyman), onu (Tahtı) yantnda durur bir halde gördü: "Bu, Rabbımın fazi (ve lutf'undan)dır.
Şükür mü edeceğim, yoksa, nankörlük mü edeceğim, beni, imtihan ettiği içindir (bu).
Kim şükrederse, kendi yararınadır, kim de, nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbım (onun şükründen) tamamen müstağnidir.
(Hem O) Hakkıyle kerem sahibidir." dedi.
(Süleyman):
"Onun Tahtını, bilinmez bir şekle getiriniz.
bakalım (tanımaya) muvaffak olacak mı, yoksa, muvaffak olamayacaklardan mı olacak?" dedi.
Artık (Belkıs) gelince, ona: "Senin Taht'ın böyle mi idi?" denildi. (Belkıs):
"Sanki, bu, odur!
Ondan önce de, bize ilim verilmişti, ve biz, Müslüman olmuştuk! dedi. (Hayır!) Onun, Allah'ı bırakıp tapmakta devam ettiği şey, kendisinin İslâmiyeti)ne mani olmuştu.
Hakikatta, o kâfirler gürûhundandı.
Ona:
"Köşk"e, gir!" denildi.
(Belkıs) onu, görünce, derin bir su sandı.
İki ayağını aç(ıp sıva)dı.
(Süleyman):
"O, hakîkatan, sırçadan yapılmış, düzeltilmiş (ve şeffaf) bir açıklıktır." dedi.
(Belkıs)
"Ey Rabb'ım! Hakîkat, ben, kendime yazık etmişim.
Süleyman'ın maiyetinde, âlemlerin Rabb'ı olan Allâha teslim oldum (Müslüman oldum) dedi. (Neml: 15-44)
* * *


SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂMIN VEFATI
Süleyman Aleyhisselâm; ibâdet için, bazan bir yıl, iki yıl,
Bazan bir ay, iki ay,
Bazan da, bundan daha az veya çok müddet, Beytülmakdis'te tek başına kalırdı.
Kendisinin yeyeceği, içeceği de, oraya götürülürdü.
Vefatıyle neticelenen son defaki kalışında da, yiyeceği, içeceği götürülüp ya¬nına konulmuştu.
Süleyman Aleyhisselâm, böyle yalnız başına kalmayı âdet edindiği Beytülmakdis'te namaz kılarken, hiç bir gün olmazdı ki, sabaha çıksın da, orada, bir ağaç bitmemiş olsun!
Başka bir deyişle : hiç bir namaz kılmazdı ki, önünde, bitmiş bir ağaç bulunmasın.
Süleyman Aleyhisselâm, namazgahında, namaza durduğu zaman, önünde bitmiş olan ağacı görünce, yanına varır, ona :
"Senin ismin nedir?" diye sorar, ağaç ta:
"İsmim şöyle! şöyle!" derdi.
Süleyman Aleyhisselâm, ona:
"Sen, ne şey içinsin?" diye sorar,
O da:
"Şunun, şunun için!" derdi.
Kesilecek bir ağaçsa, Süleyman Aleyhisselâm, emreder, o ağaç, kesilirdi.
Eğer, o ağaç, dikilmek için, bitmişse, onun üzerine:
"Filan yere, şöyle şöyle dikilecektir!" diye yazılır dikilirdi.
Eğer, biten ağaç, deva için, bitmiş olur :
"Şu derde, şu derde deva için, bittim!" derse, onun üzerine
"Şu derde, şu derde devadır!" diye yazılır ve onun için gereği, ya¬pılırdı.
İşte, Tıb fennindeki nebatla tedavî, bunun üzerine kurulmuştur.
Süleyman Aleyhisselâm, bir gün, namaz kıldığı sırada, önünde bir ağacın bit¬miş olduğunu, gördü. Ona:
"Senin ismin nedir?" diye sordu. Ağaç :
"Harrub! Harnub! Harnûbe! Ben, Harrûbe'yim!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm, ona:
"Sen, ne şey içinsin?" diye sordu.
Ağaç:
Ben, şu Mescidi harabetmek için'im! dedi.(100)
Süleyman Aleyhisselâm:
"Ben, sağ iken, Allah, bu Mescidi, harap etmeyecektir!
Demek, benim ölümüm ve Beytülmakdis'in harap oluşu, senin yüzündendir ha!" dedi ve hemen, onu söktü. Kendisine aid bahçeye dikti.
Süleyman Aleyhisselâm; dayanmak için, Harrûbe ağacından, kendisine bir Asa yontturdu.
Süleyman Aleyhisselâm, bir gün, Ölüm Meleğine:
"Benim ruhumu, almak istediğin zaman, bana, bildir!" demişti.
Ölüm Meleği:
"Ben, bunu, senden daha iyi biliyor değilim!
Bu bilgi; ancak, bana bırakılacak ve içinde, ölecek kimsenin ismi anılacak ya¬zıda bulunur.
İçinde isimler bulunan kitab ise, bana, ancak, Arş'ın altında olduğum zaman bırakılırdır." dedi.
Süleyman Aleyhisselâm, Ölüm Meleğine:
"Öyle ise, sana, benim hakkımda emir verildiği zaman, bana, bildir!" dedi.
Nihayet, bir gün, Ölüm Meleği gelip :
"Ey Süleyman! Senin hakkında, bana emir verilmiş bulunuyor!
Senin, azıcık bir vaktin kaldı!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm, sabahleyin, köşküne girdi. Kapıları, kilitlemelerini emr ve halkı, yanına girmekten men etti.
Sonra, eline Asasını alıp koltuğunun altına yerleştirdi, ve ayakta ona dayana¬rak ülkesine doğru bakınca, güzel yüzlü, üzerinde beyaz elbise bulunan bir genç adam gördü.
Genç adam, köşkün bir tarafından, kendisinin yanına giriverdi.
"Esselâmü aleyke yâ Süleyman!" diyerek selâm verdi.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Ve aleykesselâm!
Sen, benim iznim olmadan, bu köşke nasıl girdin?!
Ben, herkesi, buraya girmekten men etmiştim.
Kapıcılar, Perdedarlar, seni, men etmedi mi?
Sen, benim iznim olmadan, köşküme girdiğin zaman, benden, korkmadın mı?" dedi.
Genç adam:
"Ben, o kimseyim ki: bana, ne Perdedarlar, ne Kapıcılar mâni olabilirdir, ne de, ben, krallardan korkarım!
Hem ben, bu köşke, izinsiz girmiş de, değilim!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Senin buraya girmene kim izin verdi?" diye sordu.
Genç adam:
"Rabb'ım!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm, onun Ölüm Meleği olduğunu, anlayınca, ürperdi.
"Demek, sen, Ölüm Meleğisin!" dedi.
Ölüm Meleği:
"Evet!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Ne için geldin?" diye sordu.
Ölüm Meleği:
"Senin ruhunu kabz edeceğim!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Ey Ölüm meleği! Ben, bu gün, adamlarımı, yanıma toplayıp onlardan, beni, neşelendirmelerini ve bana, tasa verecek bir şey işittirmemelerini istemiştim!" dedi.
Ölüm Meleği:
"Ey Süleyman! Sen, ancak, seni neşelendirecek, içinde sana tasa verici bir şey bulunmayan bir günü yaşamak istiyorsun!
Halbuki, böyle bir gün, dünyada yaratılmamıştır.
Rabbımın hükmüne razı ol!
Çünki, bu, reddine asla çâre olmayacak bir hükümdür!" dedi.
Süleyman Aleyhisselâm:
"Öyle ise, emrolunduğun gibi, vazifeni, yerine getir!" dedi.
Bunun üzerine, Ölüm Meleği; Süleyman Aleyhisselâmın ruhunu, kendisi ayakta, Asasına dayanmış olduğu halde, kabz etti.
O zaman, Süleyman Aleyhisselâm, elli küsur yaşında, elli iki yaşında veya elli üç yaşında idi.
Ona ve gönderilen bütün Peygamberlere selâm olsun!
Süleyman Aleyhisselâmın vefat ettiğini, cinler, şeytanlar, bir yıl anlayamadılar.
Süleyman Aleyhisselâmın dayandığı Asayı, ağaç kurdunun, içinden yeyip zayıflattığı ve Süleyman Aleyhisselâm, yere yıkıldığı zaman, cinler ve şeytanlar, onun vefat ettiğini anladılar.
Bu husus Kur'ân-ı kerimde şöyle açıklanır :
"Sonra, biz, ona ölüm hükmünü infaz edince (dayandığı) Asasını, yemekte olan ağaç kurdundan başka bir şey, bunun ölümünü, onlara göstermedi.
Bu suretle yere kapanıp yıkıldığı zaman, besbelli oldu ki, eğer, cinler, gaybı bil¬miş olsalardı, öyle horlayıcı bir azab (meşakkatli işler) içinde kalıp durmazlardık. " (Sebe’ :14)


SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂMIN KABRİ
Rivayete göre: Süleyman Aleyhisselâm, Babası Dâvûd Aleyhisselâmın kabri¬nin yanına gömülmüştür.

0 yorum:

Yorum Gönder